14 Mayıs 2012 Pazartesi

Ercan Kesal


Hiç derdim değilsin, olmadın da…


Şimdi düşünüyorum da, hep tuhaf zamanlarda karşılaştık seninle… Köroğlu’nu oynadığımız günlerdi… Afiş, pankart ve bol korkulu korsanların ardından, kırık şiirlerde gezdirirken yüreğimi uykusuz bir İzmir sabahında hep altıkırkbeş Karşıyaka vapuruna yetişmek için koşarken, köşeyi dönünce burnuma çarpan nergis çiçeklerinin kokusunu duyar gibi olmuştum seni ilk gördüğümde… Dudaklarının kenarında ince bir eylül yağmuru, üzerinde elişi örme bir kazak ve en azından üç şiir sorumlusu eteklerinle saçların savruluyordu sırtında hala eski günlerin ağırlığını taşıyan kantinin ortasında… Saçların… Hala liseli. Kantin… Hala Sierra Maestra… Ne güzel… şimdi, ben seni sevdim de ne oldu? Sen, hayata başkaldırdığım her duruşumda soğuyan ellerimin sıcaklığıydın belki.
Ya da, çok uzun yemekhane kuyruklarının havalı bir tesellisi, akşama yazılacak şiirler, hınzırca bir gülüş, traş ve sabah ütülerinin iç geçirten telaşı… O kadar… hiç derdim değilsin, olmadın da… kısacık ömrümüze sığdırdığımız binlerce fotoğraf ve an’dan yalnızca birisin. Binlerce fotoğraf binlerce yürek ağrısı… Onulmaz bir sızı… Hala taşınan ve taşınması gerekli mi olan yığınla mektup…
şimdi, sıkıntılı bir soru işte, sana: bıçak gibi bir Bornova yağmuru (bir türlü kar olamamış) genç yüzlerimizi dalarken sığındığımız telefon kulübesindeki acemi dokunuşların tadını, neyle değişebilirsin?
Hangi müzik setinin taksiti, ya da arabanın -uzun vadeli, düşük faizli- ödenmiş borçları saçlarına düşmüş bir yaprağı almak üzere uzanan ellerimizin keyfiyle boy ölçüşebilir? Ya da etekleriniz? Her seferinde, üzerinde yeni bir şeyler aranan -toz, kağıt v.s.- dokunmak için… Daha kışkırtıcı ne olabilir?
Biz devrimi "gerçekten" çok sevmiştik, hala da seviyoruz. Hala, hesapsız ve hiç farkında değilmiş gibi yapılan şeylerin peşindeyiz. yenilgi ustası, ıslak ve yorgun ayaklarımız, yeni yolculukların heyecanıyla kıpır, kıpır… sen hiç derdim değilsin… biz, "terli gövdelerimiz ve dalgın saçlarımızdan başka sığınacak bir şeyimiz yok, kalkanımız yok, ardına saklanacak" derken, sen, bir sabah aynanın kenarına kısa bir not bile bırakmadan ayrıldın. Erken gelen bir sonbahara, parlayarak kaybolan bir ışığa bakar gibi baktım ardından. Gençliğime bakar gibi, çaresizliğime, olmamış, eksik kalmış bir şeye bakar gibi, devrim’e… şimdi, ben seni sevdim de ne oldu?
Ne kaybettim ben sıkıntılarımdan? Yarı deli, telaşlı ve serseri halim ne kadar eksildi zannediyorsun beni bırakmakla? Güldürme beni… Benim, yıllar öncesinden yılankavi bir bıçak gibi gezdirdiğim ince bir sızı var yedeğimde. Hiç bırakmaz beni, ben de onu çok tutarım doğrusu. Yani, merak etme yüreğimi parçalayacak bir çarem her zaman var. Her zaman bulurum, koklamak için eğildiğimde ellerimi kanatacak bir gül… Hep bir buz parçası gezdiririm yüreğimde muhtemel çözümlere karşı… Sen hiç derdim değilsin, olmadın da… Hayat’la, o fahişe ve bıçkın kadınla hep bir uzaklık koydum arama… Geceyarıları penceresine ufak taşlar atacak kadar ya da ona sahip olmayı deliler gibi istediğim bir akşam çocukça bir bahaneyle hızla oradan uzaklaşarak…
Biz devrimi "gerçekten" çok sevmiştik, hala da seviyoruz.
Hiç ayrı şeyler değil bunlar… seni yokuşun altında evine bıraktığım ilk akşam, geriye dönüp yanağıma kondurduğun öpücükle birlikte duyduğum hazzın aynısı, Karabağlar’da katıldığım ilk "korsan" da da duymuştum…
Beni bırakıp gittiğin o sabah bir arkadaşım ölmüştü kollarımda

Sen hiç derdim değilsin olmadın da…

Hep bir karanfil kokusu taşıdım sana ve devrime dair… Belki de birlikte… Ateş ve su..
Coşku ve hüzün…
biz devrimi çok, çok sevmiştik, hala da seviyoruz…
Sen de devrim gibisin… anla beni…
Ercan Kesal (Şizofrengi Dergisi- 1993)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder